16 Şubat 2013 Cumartesi

DNA



Kalıtımda rol oynayan organik bir molekül. Bir nükleik asit çeşiti. "Deoksiribo nükleik asit" adını alır. Kısaca DNA olarak gösterilir. Canlılarda yönetici bir moleküldür. Hücrenin protein ve enzim sentezinde rol oynar. Ayrıca yeni bir hücre meydana getirecek gerekli elemanları taşıdığından hücre bölünmesinin esasını teşkil ederdna
İlk defa A.F.Miescwer adlı bir araştırıcı 19. yüzyılın sonlarında hücre çekirdeğini incelerken bu maddeleri fark etmiştir.
Ökaryotik hücrelerde DNA başlıca çekirdekte bulunmakla beraber az olarak mitokondri ve kloroplastlarda da vardır. Hücre çekirdeğinde bulunan kromatin, DNA ve buna bağlı proteinlerden yapılmıştır.
1953 senesinde Watson ve Crick adlı araştırıcılar hazırladıkları modeller üzerine DNA yapısını açıklamaya çalışmışlardır. Buna göre; DNA teorik olarak sonsuz uzunlukta ve birbirine sarmal olarak dolanmış yanyana iki molekül zinciridir. Bu, hayali bir eksene sarılı bir ip merdivenine benzetilebilir. Merdivenin kenarları bir şeker molekülü (deoksiriboz) ile fosforlu bir molekülden meydana gelir. Merdiven basamaklarının arasında gevşek hidrojen bağlarıyla birbirini çeken pürin ve pirimidin denilen azotlu bazlar bulunur. Bu basamaklar merdivenin kenarındaki şeker moleküllerine bağlıdır.
DNA “Deoksi Ribo Nükleik Asit” isimli bir tür molekül grubunun kısaltılmış
ismidir. DNA çift zincirli ip merdivenine benzer. Çift zincirli yapıdaki DNA zinciri
oldukça uzun bir zincirdir.
Nasıl ki uzun bir ipi makaraya düzenli bir şekilde sarıyorsanız, hücre de buna benzer
bir mekanizma ile DNA’yı paketleyerek çekirdeğinin (nukleus) içine yerleştirir. DNA
her hücrede bulunur. Örneğin ekrana bakan gözlerinizdeki her hücrenin içinde DNA
zinciri paketlenmiş bir vaziyette yerleşik olarak bulunur. Veya klavyeyi kullanan
ellerinizdeki her bir hücrenin içerisinde ayrı ayrı DNA molekülü bulunur.
Böbreklerinizin hücrelerinde, karaciğerinizin hücrelerinde, kemik hücrelerinizde
kısacası vücudunuzdaki her hücrede DNA molekülü bulunur.
DNA uzun bir zincir olmasına karşılık üzerindeki baz sıraları bir düzen içerisinde
taksim edilmiştir. Taksim edilen bu baz gruplarına ise “Gen” denir. Mesela bir canlının
DNA zincirinde 15.000.000 adet baz (nukleotid) dizisi olsun ve bu baz dizileri 1000’er
adet olmak üzere 15 gruba ayrılmış olsun. İşte bu 15 tane grubun her biri birer
“gen”dir. İnsan hücresinde ise yaklaşık olarak 3 milyar adet gen bulunur. Tabii her
genin içinde binlerce nükleotid dizisi vardır. Bir canlının bütün karakterleri ise DNA’
daki genlerde saklıdır.
DNA çok ince ve çok uzun bir çift zincirden oluşur. Onu şekil olarak bükülmüş
zincirden bir merdivene benzetebiliriz. Bu merdivenin basamakları vardır.
Basamakların her biri adenin (A), timin (T), sitozin (C), ya da guanin (G) adı verilen
bazları içeren nüklotidlerden oluşur. Merdivenin her bir basamağını oluşturabilmek
için iki zincirdeki bazlar karşılıklı olarak birbirine kenetlenir. Her zaman A ile T, G ile C
karşılıklı olarak birleşir.
- Adeninle Timin arasında iki hidrojen bağı bulunurken Guaninle Sitozin
arasında üç tane hidrojen bağı vardır.
Tüm DNA örneklerinde pürin miktarı toplamı pirimidin miktarına eşittir.
Yukarıda verilerden DNA ile ilgili şu verileri çıkarabiliriz.
- A = T ve G = S
- A + G = T + S
- A + G / T + S = 1
- A / T = G / S = 1
DNA’nın Tarihi
Gen teriminin ilk olarak 1909’da Danimarkalı genetikçi Wilhelm Lohanneun
tarafından önerilmesinden bu yana, genin doğasına ilişkin anlayışlarda büyük
değişiklikler olmuştur. Genin molekül düzeyinde yapı ve işlevine ilişkin günümüzdeki
anlayış, 1944’de Kanadalı bakteri bilim uzmanı Oswald T.Avery ile ABD’li bilim adamı
Collin M.MacLeod ve Manrilyn McCarty’nin çalışmalarına dayanır. Bu bilim adamları,
bakteri genlerinin “Deoksiribonükleik asit” (DNA) adı verilen kimyasal bileşikten
oluştuğunu göstermişler, daha sonra bunun öbür organizmaların çoğunluğu için de
doğru olduğu belirlenmiştir.
1953’de ABD’li biyokimyacı D.Watson ile İngiliz bilim adamı Francis Crick’in ortaklaşa
hazırladıkları DNA molekülünün yapı modelini sunmalarıyla, bir
ilerleme daha gerçekleştirildi. Sundukları molekül modelinde DNA’nın “polinükleotid” adı verilen iki kimyasal bileşik zincirinden birleştiği bu iki zincirin
birbirine iki merdivene benzer çifte sarmal biçiminde sarılmış olduğu görülüyordu.
Daha sonra, 1961’de ABD’li biyokimyacı M.W.Nireberg, vb.
araştırmacılar DNA’nın bileşimiyle genler tarafından üretilen proteinin bileşimi
arasındaki ilişkiyi çözdüler ve genetik şifre diye adlandırdılar. Daha sonra
“Ribonükleik asit” adı verilen bir başka asidin de, protein bileşimi yapma işlevini
gördüğü ortaya kondu.

Başlangıçta, genlerin bir organizmanın çeşitli özelliklerini oluşturmak için aynı işlevi
gördükleri düşünülüyordu. Oysa günümüzde birbirinden farklı üç gen sınıfı ayırt
edilmiştir. Birinci gen sınıfı,yapısal genlerden oluşur; yapısal genlerin genetik şifreleri,
birçok hormon dahil, “polipetit” diye adlandırılan proteinleri ya da daha küçük
molekülleri oluşturmaya yönelen aminoasitlerin dizi düzenini belirler. İkinci gen sınıfı,
protein bileşimiyle oluşan fiziksel ve kimyasal süreçlerde işlev gören molekülleri
belirliyen genetik şifreler taşır. Üçüncü gen sınıfı ise, şifreleyici olmayan düzenleyici
genlerden oluşur. Bunlar yalnızca, protein bileşimini denetleme işlevini gören
enzimleri ve öbür proteinleri “tanıma yerleri” olarak iş görürler.
İlk çalışmalar, bir genin, kromozomun içinde yerleştiği yer neresi olursa olsun,
kesintisiz tek bir birimden oluştuğu kanısını uyandırıyordu. Daha sonra, genlerde
şifreleyici bölütten önce, önder (öncü) adı verilen bir bölge, şifreleyici kesimden sonra
da “artçı” adı verilen bir bölge bulunduğu belirlendi. Bunun yanı sıra şifreleyici
kesimin kendisi de, edimsel olarak, şifreleyici bölümler arasına giren ve “edson” diye
adlandırılan kesimleri ile şifreleyici olmayan ve “intron” adı verilen dizilimlere
ayrılabilir.

1973’te ABD’li genetikçi Stanley Kohen ve Herbert Boyer’ın, bir DNA molekülünü
belirli özel yerlerinden kesmek için, “kısıtlama endonükleazları” adı verilen bazı
enzimleri kullanabileceğini göstermeleriyle, gen incelemelerinde büyük bir ilerleme
gerçekleştirildi. Söz konusu enzimler, özdeş serbest uçları ve bunlara uygun
bütünleyici biçimleri bulunan başka serbest uçlarla birleşebilecek bir dizi bölütünün
elde edilmesine olanak veriyordu. Bu yolla, bütünüyle işlevsel olan bir DNA çifte
sarmalı yeniden oluşturuldu. “Gene bağlama” adı verilen bu yöntemden
yararlanılarak, insan hücresinden alınan bir genin, insandaki gibi iş göreceği bir
bakteriye, fareye ya da domuza aktarılması olasılığı elde edildi. Bu yöntemin
düşünülen kullanım yerlerinden biri de kanama hastalığı, kistli fibroz vb. genetik
hastalıklardan etkilenen insanlara, o işleve uygun normal insan genlerinin
iletilmesidir. Bu tür aktarımlarda başarılı olunursa bu genler, genetik hastalıkların
doğrudan gen tedavisiyle iyileştirilmesini sağlayacak aracı oluşturacaklardır.

Genlerin edimsel işlevleri karmaşıktır. Bunu açıklamak için, DNA ve RNA asitlerinin
doğasını ve yapısını daha ayrıntılı biçimde incelemek gerekir.

DNA’nın Şifresi
Kromozomlardaki kimyasal bileşenlerin çoğu büyük moleküller, nükleik asitler
(DNA ve RNA) ve proteinlerdir. Bunlardan DNA, genetik şifreyi ya da bildiriyi
kapsar. Bir organizmanın ne olduğu, hücrelerin oluşan kimyasal tepkimelerle
belirlenir. Bu tepkimelerin çoğu enzimlerle denetlendiğinden ve enzimler de protein
olduğundan, protein birleşimi son derece önemlidir. DNA moleküllerindeki genetik
şifre, enzimleri üretilmesini düzenler ve böylece bireyin birçok özelliğini etkiler. Saç ve
göz renkleri, DNA tarafından denetlenen özelliklere örnek verilebilir.
DNA’nın başlıca görevleri ;
a) Hücre içerisinde protein sentezini yönetir. Bölünme (hücre) sırasında kendini eşler
ve bir DNA molekülünden 2 DNA molekülü oluşur. Bunun için eşlenecek DNA’nın
sarmal yapısı bir ucundan açılmaya başlar. Açılan zincirlerin karşılarına ortamdaki
nükleotidler uygun olarak bağlanır. Bu şekilde sarmal yapının çözülmesi ve eş
zincirlerin oluşması DNA’nın tamamı eşleninceye kadar devam eder. DNA’lar
eşlenirken ana iki zincir her zaman korunur.
b) Protein sentezlenmesini sağlayarak hücredeki metabolik olayları yönetir. Canlı
hücrelerin hayatını devam ettirebilmesi için bu reaksiyonların çok hızlı bir şekilde
olması gerekmektedir ve de olmaktadır. Bu kadar farklı reaksiyonun belli sıcaklıkta
çok hızlı gerçekleşmesini sağlayan biyolojik katalizörler olan enzimlerdir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder