Kalıtımda rol oynayan organik bir molekül. Bir nükleik asit çeşiti.
"Deoksiribo nükleik asit" adını alır. Kısaca DNA olarak gösterilir. Canlılarda yönetici bir
moleküldür. Hücrenin protein ve enzim sentezinde
rol oynar. Ayrıca yeni bir hücre meydana getirecek gerekli
elemanları taşıdığından hücre bölünmesinin esasını teşkil eder

İlk defa A.F.Miescwer adlı bir araştırıcı 19. yüzyılın
sonlarında hücre çekirdeğini incelerken bu maddeleri fark etmiştir.
Ökaryotik hücrelerde DNA başlıca çekirdekte bulunmakla
beraber az olarak mitokondri ve kloroplastlarda da vardır. Hücre çekirdeğinde
bulunan kromatin, DNA ve buna bağlı proteinlerden yapılmıştır.
1953 senesinde Watson ve Crick adlı araştırıcılar
hazırladıkları modeller üzerine DNA yapısını açıklamaya çalışmışlardır. Buna
göre; DNA teorik olarak sonsuz uzunlukta ve birbirine sarmal olarak dolanmış
yanyana iki molekül zinciridir. Bu, hayali bir eksene sarılı
bir ip merdivenine benzetilebilir. Merdivenin kenarları bir şeker molekülü
(deoksiriboz) ile fosforlu bir molekülden meydana gelir. Merdiven
basamaklarının arasında gevşek hidrojen bağlarıyla birbirini
çeken pürin ve pirimidin denilen azotlu bazlar bulunur. Bu basamaklar
merdivenin kenarındaki şeker moleküllerine bağlıdır.
DNA “Deoksi Ribo Nükleik Asit” isimli bir tür molekül
grubunun kısaltılmış
ismidir. DNA çift zincirli ip merdivenine benzer. Çift
zincirli yapıdaki DNA zinciri
oldukça uzun bir zincirdir.
Nasıl ki uzun bir ipi makaraya düzenli bir şekilde sarıyorsanız,
hücre de buna benzer
bir mekanizma ile DNA’yı paketleyerek çekirdeğinin
(nukleus) içine yerleştirir. DNA
her hücrede bulunur. Örneğin ekrana bakan gözlerinizdeki
her hücrenin içinde DNA
zinciri paketlenmiş bir vaziyette yerleşik olarak
bulunur. Veya klavyeyi kullanan
ellerinizdeki her bir hücrenin içerisinde ayrı ayrı DNA
molekülü bulunur.
Böbreklerinizin hücrelerinde, karaciğerinizin
hücrelerinde, kemik hücrelerinizde
kısacası vücudunuzdaki her hücrede DNA
molekülü bulunur.
DNA uzun bir zincir olmasına karşılık üzerindeki baz sıraları
bir düzen içerisinde
taksim edilmiştir. Taksim edilen bu baz gruplarına ise “Gen”
denir. Mesela bir canlının
DNA zincirinde 15.000.000 adet baz (nukleotid) dizisi
olsun ve bu baz dizileri 1000’er
adet olmak üzere 15 gruba ayrılmış olsun. İşte bu 15 tane
grubun her biri birer
“gen”dir. İnsan hücresinde ise yaklaşık olarak 3 milyar
adet gen bulunur. Tabii her
genin içinde binlerce nükleotid dizisi vardır. Bir canlının
bütün karakterleri ise DNA’
daki genlerde saklıdır.
DNA çok ince ve çok uzun bir çift zincirden oluşur. Onu şekil
olarak bükülmüş
zincirden bir merdivene benzetebiliriz. Bu merdivenin
basamakları vardır.
Basamakların her biri adenin (A), timin (T), sitozin (C),
ya da guanin (G) adı verilen
bazları içeren nüklotidlerden oluşur. Merdivenin her bir
basamağını oluşturabilmek
için iki zincirdeki bazlar karşılıklı olarak birbirine
kenetlenir. Her zaman A ile T, G ile C
karşılıklı olarak birleşir.
- Adeninle Timin arasında iki hidrojen bağı bulunurken
Guaninle Sitozin
arasında üç tane hidrojen bağı vardır.
Tüm DNA örneklerinde pürin miktarı toplamı pirimidin
miktarına eşittir.
Yukarıda verilerden DNA ile ilgili şu verileri çıkarabiliriz.
- A = T ve G = S
- A + G = T + S
- A + G / T + S = 1
- A / T = G / S = 1
DNA’nın Tarihi
Gen teriminin ilk olarak 1909’da Danimarkalı genetikçi
Wilhelm Lohanneun
tarafından önerilmesinden bu yana, genin doğasına ilişkin
anlayışlarda büyük
değişiklikler olmuştur. Genin molekül düzeyinde yapı ve işlevine
ilişkin günümüzdeki
anlayış, 1944’de Kanadalı bakteri bilim uzmanı Oswald
T.Avery ile ABD’li bilim adamı
Collin M.MacLeod ve Manrilyn McCarty’nin çalışmalarına
dayanır. Bu bilim adamları,
bakteri genlerinin “Deoksiribonükleik asit” (DNA) adı
verilen kimyasal bileşikten
oluştuğunu göstermişler, daha sonra bunun öbür
organizmaların çoğunluğu için de
doğru olduğu belirlenmiştir.
1953’de ABD’li biyokimyacı D.Watson ile İngiliz bilim
adamı Francis Crick’in ortaklaşa
hazırladıkları DNA molekülünün yapı modelini sunmalarıyla,
bir
ilerleme daha gerçekleştirildi. Sundukları molekül
modelinde DNA’nın “polinükleotid” adı verilen iki kimyasal bileşik zincirinden
birleştiği bu iki zincirin
birbirine iki merdivene benzer çifte sarmal biçiminde sarılmış
olduğu görülüyordu.
Daha sonra, 1961’de ABD’li biyokimyacı M.W.Nireberg, vb.
araştırmacılar DNA’nın bileşimiyle genler tarafından
üretilen proteinin bileşimi
arasındaki ilişkiyi çözdüler ve genetik şifre diye adlandırdılar.
Daha sonra
“Ribonükleik asit” adı verilen bir başka asidin de,
protein bileşimi yapma işlevini
gördüğü ortaya kondu.
Başlangıçta, genlerin bir organizmanın çeşitli
özelliklerini oluşturmak için aynı işlevi
gördükleri düşünülüyordu. Oysa günümüzde birbirinden
farklı üç gen sınıfı ayırt
edilmiştir. Birinci gen sınıfı,yapısal genlerden oluşur;
yapısal genlerin genetik şifreleri,
birçok hormon dahil, “polipetit” diye adlandırılan
proteinleri ya da daha küçük
molekülleri oluşturmaya yönelen aminoasitlerin dizi
düzenini belirler. İkinci gen sınıfı,
protein bileşimiyle oluşan fiziksel ve kimyasal
süreçlerde işlev gören molekülleri
belirliyen genetik şifreler taşır. Üçüncü gen sınıfı ise,
şifreleyici olmayan düzenleyici
genlerden oluşur. Bunlar yalnızca, protein bileşimini
denetleme işlevini gören
enzimleri ve öbür proteinleri “tanıma yerleri” olarak iş
görürler.
İlk çalışmalar, bir genin, kromozomun içinde yerleştiği
yer neresi olursa olsun,
kesintisiz tek bir birimden oluştuğu kanısını uyandırıyordu.
Daha sonra, genlerde
şifreleyici bölütten önce, önder (öncü) adı verilen bir
bölge, şifreleyici kesimden sonra
da “artçı” adı verilen bir bölge bulunduğu belirlendi.
Bunun yanı sıra şifreleyici
kesimin kendisi de, edimsel olarak, şifreleyici bölümler
arasına giren ve “edson” diye
adlandırılan kesimleri ile şifreleyici olmayan ve “intron”
adı verilen dizilimlere
ayrılabilir.
1973’te ABD’li genetikçi Stanley Kohen ve Herbert Boyer’ın,
bir DNA molekülünü
belirli özel yerlerinden kesmek için, “kısıtlama
endonükleazları” adı verilen bazı
enzimleri kullanabileceğini göstermeleriyle, gen
incelemelerinde büyük bir ilerleme
gerçekleştirildi. Söz konusu enzimler, özdeş serbest
uçları ve bunlara uygun
bütünleyici biçimleri bulunan başka serbest uçlarla birleşebilecek
bir dizi bölütünün
elde edilmesine olanak veriyordu. Bu yolla, bütünüyle işlevsel
olan bir DNA çifte
sarmalı yeniden oluşturuldu. “Gene bağlama” adı verilen
bu yöntemden
yararlanılarak, insan hücresinden alınan bir genin,
insandaki gibi iş göreceği bir
bakteriye, fareye ya da domuza aktarılması olasılığı elde
edildi. Bu yöntemin
düşünülen kullanım yerlerinden biri de kanama hastalığı,
kistli fibroz vb. genetik
hastalıklardan etkilenen insanlara, o işleve uygun normal
insan genlerinin
iletilmesidir. Bu tür aktarımlarda başarılı olunursa bu
genler, genetik hastalıkların
doğrudan gen tedavisiyle iyileştirilmesini sağlayacak
aracı oluşturacaklardır.
Genlerin edimsel işlevleri karmaşıktır. Bunu açıklamak
için, DNA ve RNA asitlerinin
doğasını ve yapısını daha ayrıntılı biçimde
incelemek gerekir.
DNA’nın Şifresi
Kromozomlardaki kimyasal bileşenlerin çoğu büyük
moleküller, nükleik asitler
(DNA ve RNA) ve proteinlerdir. Bunlardan DNA, genetik şifreyi
ya da bildiriyi
kapsar. Bir organizmanın ne olduğu, hücrelerin oluşan
kimyasal tepkimelerle
belirlenir. Bu tepkimelerin çoğu enzimlerle denetlendiğinden
ve enzimler de protein
olduğundan, protein birleşimi son derece önemlidir. DNA
moleküllerindeki genetik
şifre, enzimleri üretilmesini düzenler ve böylece bireyin
birçok özelliğini etkiler. Saç ve
göz renkleri, DNA tarafından denetlenen
özelliklere örnek verilebilir.
DNA’nın başlıca görevleri ;
a) Hücre içerisinde protein sentezini yönetir. Bölünme
(hücre) sırasında kendini eşler
ve bir DNA molekülünden 2 DNA molekülü oluşur. Bunun için
eşlenecek DNA’nın
sarmal yapısı bir ucundan açılmaya başlar. Açılan
zincirlerin karşılarına ortamdaki
nükleotidler uygun olarak bağlanır. Bu şekilde sarmal yapının
çözülmesi ve eş
zincirlerin oluşması DNA’nın tamamı eşleninceye kadar
devam eder. DNA’lar
eşlenirken ana iki zincir her zaman korunur.
b) Protein sentezlenmesini sağlayarak hücredeki metabolik
olayları yönetir. Canlı
hücrelerin hayatını devam ettirebilmesi için bu
reaksiyonların çok hızlı bir şekilde
olması gerekmektedir ve de olmaktadır. Bu kadar farklı
reaksiyonun belli sıcaklıkta
çok hızlı gerçekleşmesini sağlayan biyolojik
katalizörler olan enzimlerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder